MÜHİM GERÇEKLER
27 Ekim 2025, Pazartesi 00:10
İslâmiyetle Türkler şu gerçeği kavradı: Hem cihâd (savaş) hem ticâret hem de îmar. Yâni Türkler büyük devlet olmanın sırrını keşfettiler. Türkler Hunlarla, Göktürklerle ve Uygurlarla büyük devlet değiller miydi? Elbette onlar da büyük hem çok büyük devletlerdi ama toplumsal gerçekler onların parantezinde bir devlet statüsünde büyütüyordu. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı sahradan beldeye (kırsaldan şehre) geçince cihan hâkimiyetine ulaştılar. Neydi bu şifre? “Ta’mîr-i bilâd, terfih-i ‘ibâd” (Şehirlerin îmârı, halkın refâhı)
Bununla birlikte yürüyen bir de misyonları vardı: Cihâd! Bu tam bir itici güçtü. İlâhî da’veti ve adâleti bütün cihâna yaymak… Bu aksiyonla birlikte Hristiyân ülkeleri İslâm’ın eline geçince yollar, köprüler, aş evleri, hamamlar vb. sosyal yapılar devreye giriyor ve görmedikleri ve yaşamadıkları konforu Osmanlı ile görüyorlardı. Dinlerine, inançlarına ve törelerine karışılmıyor, yıkılmış veyâ onarılamayan kiliseleri için bile devletten yardım alıyorlardı. Bu davranışlar ise onları İslâm’a yaklaştırıyordu. İç Doğu Avrupa’daki Müslüman topluluklar böyle oluştu. Bosna, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan İslam cemaatleri bunların delîlidir.
Cengiz’in, Büyük İskender’in, Hülâgû’nun, Atillâ’nın imparatorlukları neden bu yüceliğini koruyamayıp yıkıldı da Osmanlı niye bu kadar büyüdü? Ve yine Osmanlı neden yıkıldı?
Onların yıkılmaları, devlet kalamamaları misyon yokluğundandır. Şimdi hemen akla şu soru geliyor: Bu istifham daha ziyâde Osmanlıyı tanıyamayan veyâ ona düşman olanlardan kaynaklanıyor. Osmanlı yıkılmadı, yıktırıldı. Hem de sâdece dış düşmanları ile değil, Genç Osmanlı, Jön Türk ve özellikle de İttihatçılar eliyle devlet, bu ihâneti yaşadı. Çadırdan Süleymâniye ihtişâmına, Yörük dilinden muhteşem Osmanlı-Türkçesi mükemmeliyetine, koşma, güzelleme ve koçaklamalardan armonisi ile şaşırtıcı bir geometriye sâhip olan muhteşem dîvân edebiyâtına, dombralı, kopuzlu, ıklığlı bozkır terennümünden, nevâ-kârlara, sûz-i dilârâlara, sallardan muazzam donanmalara, toylardan Kubbealtı dîvânlarına, hep bu Osmanlı denilen göz alan devlet ulaştı. İşte bunlar toplumsal gerçekçilikti.
Orta Asya’nın bağrından yanardağ gibi fışkıran, kurduğu mükemmel devletleri ile, dili ile, folkloru ile bu milletin her şeyi ile hep gurur duyduk. Büyük devlet biraz da aristokrasi ister ama bu Avrupa’nın ayrıştıran ve sınıf farkına dayalı bölünmüşlükten kaynaklanan aristokrasi değil, Osmanlının soy asâletinden gelen bir ayrıcalıktı. Hânedan, kendisiyle gelişen ve binlerce yılın birikimi olan bir kültür ister. İşte Osmanlıya bu gözle bakmayanlar bu gerçeği hiç anlayamayacaklardır. Bu ihtişâm 1699’a kadar hep zirvede kaldı. Bundan sonra psikolojik yıkımlarla, iniş ve çıkışlar başladı. Ama Osmanlı yine Osmanlıydı. Milyonlarca kilometrekarelik vatan toprağı yine onlarındı. Yine düşmanları dört koldan ve ittifak hâlinde saldırıyorlardı. Bu da şerefimizin bir parçasıydı. Zîrâ arkasından on it ürümeyen kurda kurt denmezdi.
“Batılılaşmazsak büyük devlet olamayız” tezi, 1800’lerden sonra özellikle Batı’yı tanıyan ricalle oluştu. İşte bu bâtıl düşünce, Devleti Tanzîmât’a yöneltti. Batıcıların kutlu mîlâd olarak gördükleri Tanzimât çöküşün başlangıcıdır. Osmanlı savaş kaybettiği zaman da Osmanlıydı. Tanzîmât Osmanlıya yeni bir kisve giydirdi. Göktürklerde Çin neyse, Osmanlıda da Batı o oldu. Dost göründü, borç verdi, banka açtı. Sırtlanlar artık sürü hâlinde kurdun eğilmeyen boynunu eğdi. Bize “hasta adam” dediler. Sonra da sekerât-ı mevtimizi (ölüm sarhoşluğumuzu) beklediler. Yeni gelişen ekonomilerin kanı olan petrolü Orta Doğu’da bulunca leş kargaları gibi oraya üşüştüler. Hâlbuki o neft (petrol) bize de lâzımdı.
Son olarak şunu belirtelim ki, Batı’nın sanâyîleşmesi ile Osmanlının sanâyî hamleleri arasında 20 senelik bir fark vardır. 1850 ve 1870 arası. Hepsi bu.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.