TÜRK’E VE İSLAM’A DÜŞMAN KALEMŞORLAR
03 Kasım 2025, Pazartesi 00:15
Türk toplumu birkaç merhale ile en çok kabuk değiştiren toplum oldu. Merkezî otorite ilk def’a “Sened-i ittifak” ile zedelendi. Sonra sırasıyla I. ve II. Meşrûtiyetler, İttihadcıların monokrasisi, sonra saltanatın ve Hilâfet’in ilgâsı… Bunlar Avrupa’daki devrimlere hiç benzemezdi; halkta panik ve deprem etkisi meydana getirdi. Özellikle saltanatın ve Hilâfet’in ilgâsı Avrupa devletlerinin bile becerebileceği(!) işler değildi. Avrupa’nın Katolik Dünyâsı, Papalığı sımsıkı muhâfaza ederken birçok krallar veyâ kraliçeler de yerlerini korudular. Patrikler ve Ortodokslar için de durum aynıydı. Amerika dâhil birçok ülkede resmî törenlerde, başkan, bakan ve üst bürokrat atamalarında İncil’e el basılıyor.
İşte bizdeki bu baş döndürücü inkılabâtın aynası romanlar olmuştur. Roman gerçeğin romantizmi ise elbet gerçekleri ya aksettirecek veyâ şartlandırma ile halkı yeni rejime adapte etmeye zorlayacaktı.
Tanzîmat ve Servet-i Fünûn romanları, ifşâ edilmeye başlanan aşkın romanlarıdır. Artık tül ve şemsiye arkasındaki yüzler açılıyor, cumba arkasındaki kızlar Pera’da boy gösteriyor, yere atılan mendiller tarihe karışıyor, kâtipler dâireleri yerine sokak aralarında setre pantolonları ile baston veyâ asâlarını vurarak ince bıyıklarını büküp güzellere kur yaparken, zâdegân ve bürokrasi aristokratları Boğaz’daki yalılarında piyano veyâ kemanları ile konçerto çalan yeni yetme kızların nâmeleriyle kendilerinden geçiyorlardı. Tabîî ki ellerinde de kadehlerle…
1850-1900 yılları arasında Türk toplumu başkalaşmaya yüz tutmuş, 1920’lerden sonra bu toplum tanınmaz hâle gelmiştir.
Bu yılların en büyük meselesi ne Doğulu ne de Batılı oluşumuzdur. Genlerinde Asyâî olan bir kavim nasıl bir anda Avrupâî olabilirdi ki? Kültür, örf, din ve dil bağı hiç olmayan bir toplulukla aynı kazanda nasıl kaynayabilirdi? İşte bu toplumla aramızda bağ kurma görevi Cumhûriyet dönemi romanlarına düşüyordu. Yeni edebî türün yeni yazarları ya İstiklâl Savaşı’na katılmış, hem dindar gibi görünen hem de yeni sistemin romantik kalemşorları olmalıydılar. Mesalâ Hâlide Edip ve Yâkup Kadri gibi. Burada maksat Mütâreke dönemi veyâ doğrudan İstiklâl Savaşı’nı anlatan romanlar değildir. O apayrı bir konu. Bu yüzden bizim konumuz “Ateşten Gömlek” veyâ “Kirâlık Konak” değil, “Sinekli Bakkal”,“Yaban” ve “Vurun Kahpeye” “Çalıkuşu” gibi romanlardır. Bunlar hamâset değil, toplumu “hizâya sokma” romanlarıdır.
Zaten “Sefiller”den sonra roman okuyucu sayısı da hızla arttı. Bu fırsat kaçırılmamalıydı. Sosyal faylardaki kırılmalar yeni rejim yazarları için bir fırsattı.
Cumhûriyetle birlikte sosyal bloklaşma, köylü-kentli, fakir-zengin ayrımından çok yeni rejimin yılmaz bekçileri genç öğretmenler, devlet yanlısı muhtarlar, müfettişlerle, sindirilmiş dindar kitle, mütevâzı imam ve din adamları, menfaatperest köy ağaları, düşmanla iş birliği yapan özellikle “Hacı” lâkaplı provokatör dindar görünümlü halk önderleri (Hacı Fettah örneği), ucûbe görünümlü, hiç müsâmahası olmayan, sert, herkesin korktuğu tipler din adamları arasında yoğunlaşmıştır.
Şimdi bâzı örneklerle konumuza deliller sunalım:
“Mustafa Efendi herhangi bir meddâhın târif ettiği, haris, tiryâki içeriye çökmüş kömür gibi siyah yakıcı burgu gibi keskin iki ufak göz… Bir mahalle bakkalı, imam. Şöyle bir bakılırsa bir mahalle imamına benzer, fakat gerçekte o kendisinden başka hiç kimseye benzemez. Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kalın kaş… Burun uzun ve tilkininki gibi… Kara sakalı hayli kırlaşmış.” (Sinekli Bakkal, Hâlide Edip Adıvar, s. 14, Atlas Kitabevi İstanbul, 1968)
Bu bir bakkal. Bırak öyle kalsın, tasvîrini bir bakkal üzerinden yap. Ama bu hilkat garîbesi önce bir mahalle imamı olmalı; hacı da olursa değmeyin yazarın keyfine. Çünkü bakkal ve imam halkın en çok karşılaştığı ve onunla her gün haşır neşir olan iki tip. Düşünün ki halk bundan çok korkar. Başka çâreleri de yok. Mahallenin tek bakkalı, tek imamı.
…..
“Abdülhamîd’i ilk def’a ne zaman gördünüz?... Her sabah çocukları götüren kız gâlibâ hastaydı. Her sabah bu çocuklar mutlakâ hünkâra (Abdülhamîd) götürülürdü. Çocukları pek severdi. Miss Hopkins içinden “Kanlı bir hükümdarda ne garip merak” dedi. (Age, Sinekli Bakkal. S.182)
Hâlide Edip, Sultan Abdülhamîd için düşüncelerini bir İngiliz hanımına söyletiyor. Şunu iyi bilmek lâzım: Yeni rejim, ideoloji tahkimâtını, Sultan Abdülhamîd ve Sultan Vahideddîn düşmanlığı üzerine binâ etmiştir.
…..
“Mabeyncinin sütninesi İkbal Hanım, ihtiyar Çerkes, din kelimesinin mânâsını bilmez, hattâ namaz sûrelerini ezberleyecek kadar hâfızası bile yoktur. Bununla birlikte şiddetli bir şekilde dindardı. İncir çekirdeği kadar beyninde karmakarışık duran Peygamber ve melekler…” (Age, Sinekli Bakkal, s.175.)
Hem dindar hem hiçbir şey bilmeyen hem de incir çekirdeği kadar beyni olmayan bir Müslüman hanım tiplemesi… Tam Hâlide Edîb’e göre! Peygamber ve melek kavramı bir Müslüman’da neden karmakarışık olsun. Tam aksine bu tip insanların sarsılmaz îmanlarına “kocakarı îmânı” denilmiştir.
…..
“Mustafa Efendi’nin bakkalında duran kambur, cüce Râkım Efendi “Elhamdülillâh Müslüman’ım, fakat din lâkırdısını hiç sevmem. Kiliselerden ürkerim, câmide içim sıkılır. Vaaz dinlesem uyurum, sofu adamlardan umacı gibi korkarım. Hiç namaz kılmadım. Râbia’nın babası da öyle. Çocuklar oruç tutar mı? Maymunlar hele hiç tutmaz. Allah beni maymunla çocuk arasında bir mahluk diye yarattı. Benden ne namaz ne niyaz ne oruç.” (Age, Sinekli Bakkal, s.72)
İnsan hangi sûrette yaratılırsa yaratılsın, bâliğ olmazsa bile âkıl olunca mükellef olur. Yaratılışın ibâdetle bir ilgisi yoktur.
“Notr Dame’ın Kamburu”ndan sonra böyle hilkat garîbeleri Türk romanlarında da görülmüştür. R. Nûri’nin “Bir Kadın Düşmanı”ndaki Homongolos tiplemesi de buna benzer.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.