TÜRKLER VE TÜRKLÜĞÜNÜ KAYBEDENLER
01 Aralık 2025, Pazartesi 01:48
Bir coğrafyanın vatan yapılması zordur, ama onu elde tutmak daha da zordur. Kadîm Türk yurtları bir bir elden çıkarken sâdece ağıt yakmak tükenmişlik alâmetidir. “Kadîm” derken bunu lâf olsun diye söylemedik. Balkanlar ve Rumeli evlâd-ı fâtihândan evvel de Türk yurdu idi. Sonra buralar İslâm’la şereflendi, yapıları ve destanlarıyla buralara sâhip olduk; acı, gözyaşı ve hüzünlü Rumeli Türküleriyle vedâ ettik.
“Balkanlardaki Türk İslâm grubu, 1860’tan 1878’e kadar orada olan toplam Müslümanların aşağı yukarı %60’ını teşkîl eden etnik Türklerden ibâretti. Türk kabîleler Balkanlara üç dalga hâlinde geldiler. Birinci dalga 9 ilâ 11. asırlar arasında kuzeyden geldi. Bunlar Peçenekler, Kumanlar ve Uzlar diye bilinirler; çoğu animistti. (Bu inançta ruhlar ölmez, tabiatın her zerresine yayılır ve insanlara yön verirler. Animizm evren şuuru olarak da bilinir.) Bunlar sonra Hristiyan oldular ve Bulgar, Romen, Macar gibi adlar alarak Türklüklerini unuttular.
İkinci Türk grubu Balkanlara Anadolu’dan göç etti ve çoğu ve bugünkü Doğu Bulgaristan ve Yunanistan’a yerleşti. Bunlar Müslüman ve Selçuklu Sultanlarının tebaalarıydı. 1265 ile 1275 arasında Karadeniz’in batı kıyısında Dobruca’ya yerleşenlerin birçoğu Ortodoks Hristiyanlığa geçtiler. Bugün Gagavuzlar diye bilinen bu Türkler 15. ve 16. Yüzyıllarda dillerini muhâfaza ettiler. İçlerinden büyük bir kısmı yeniden göç ederek 1800’lerin başlarında Besarabya’ya (Bugünkü Moldova) yerleştiler. En büyük Türk grubu Balkanlara 15. ve 16. asırlarda Osmanlı hâkimiyeti döneminde göç edip yerleştiler.
Balkanlardaki 3. kategori Müslüman Arnavutlar, küçük Rum grupları, Ulahlar, Sırplar vb. mühtedîlerden (başka dinlerden İslâmiyet’i seçen) oluşur. Bunlar Müslümanlığı 15-17. asırlarda kabûl etmişlerdir.” (Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyasallaşması, Bilgi Üniv. 3. Baskı, s. 630, İstanbul, 2009.)
1261’de Mihail Paleologos’un İstanbul’a girişini naklederken Bizans müverrihleri “Bir sabah Lâtinler Kumanların Türk na’ralarıyla uyandılar” diyorlar. Demek ki Bizans’ı Lâtin işgâlinden kurtaran Paleolog ordusunun en mühim unsuru Kumanlardı. Fakat Bizans târihleri 1300 senesinde artık Peçenek, Oğuz ve Kumanlardan bahsetmiyorlar. Bunun da sebebi artık Türk unsurların Hristiyanlaşmış olmalarıydı… Fakat Bizanslı müverrihler artık onlara yabancı gözle bakmıyorlardı. (Yahyâ Kemâl, Aziz İstanbul, ss.122-123 İstanbul, 1964 )
Vatanı meydana getiren sâdece sınırlar, dağlar, tepeler, ırmaklar, yayla ve ovalar değildir. Onlar vatanın fizikî kısmıdır. Coğrafyayı vatan yapan unsurlar yüzyıllardır ortak değerlerle yoğrulmuş destan, ninni, târih, kültür, dinî inanış ve törelerdir. Vatanın tapuları, baş başa vermiş taşlarıyla yüzyıllardır aynı toprağı paylaşan ceddimizin mezarları ve o mezarlara yıllarca bekçilik eden Rabb’imizin adının ilk harfini temsil eden “elif” gibi servilerdir. Bayrağın çekilmediği, en saf sesle Ezân-ı Muhammedî’nin okunmadığı, ramazan ve bayramların şevk ve heyecânının yaşanmadığı bir toprak vatan değil, mahbestir (Hapishâne).
“İşte bu rü’yâ çocukluk dediğimiz bir Müslüman rü’yâsıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rü’yâsı ile dolu semtlerde doğdular. Doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerini odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinde okunan Kur’ân’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler; küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi rûh olan sarı sahîfeleri kokladılar. İlk ders olarak ‘Besmele’yi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanlarında gittiler. Câmiler içinde şafak sökerken ‘Tekbîr’i dinlediler, böyle merhalelerden geçtiler, hayata girdiler, Türk oldular… Biz ki minâreler ve ağaçlar altında ezân sesi işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namâzından sonra anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezânsız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.” (Age, Y. Kemâl, s. 124 )
UNUTULAN MÂZÎ
Her şeyin asliyetini kaybedip yerini sentetik ve dijital bir ortama bıraktığı zamanımızda gençler hâtifi (gizli) bir ses gibi rûh-efzâ (ruhu okşayan) tabîî ezanı duymadılar. Bir şeyin olması yakınlaştığında “eli kulağında” denmesine sebep olan minârelerin şerefelerinde, elini kulağına koyarak yanık sesiyle dört cihete ezân okuyan Bilâl-i Habeşî hazretlerinin târihî mirasçılarını tanımadılar. Ellerinde gül kokulu tesbihler yerine Müslümanlar, bankamatiği andıran “zikirmatik denen âletlerle zâhiren tesbîh çektiler. Bâyezid Câmii şadırvanında karlara basarak kollarından buharlar tüttüren soğuk suyun lezzeti yerine, sıcacık suyun rehâvet bastıran şekliyle abdest aldılar. Bir hoca efendinin dizi dibine çöküp “elif üstün e” demek yerine, “Kur’ân okuyan kalemlerden kitâbımızı öğendiler. Rahle-i tedrîs yerine internetten “Tecvîd- şerif” ta’lîm etmeye çalıştılar. Bunlar yine de dînini öğrenmeyen çalışan Müslümanlardır.
Bir de savaş görmemiş, yokluk nedir bilmeyen, her istediği yapılarak şükürsüzleştirilmiş, ellerinde kutu kolalar, vücûdunun her tarafındaki câhiliye âdeti dövmeleriyle, küpeleriyle, örgülü saçlarıyla, müzik dinleme cihazlarıyla dünyâyı görmeyen bir gençlik var ki buna (Z kuşağı) dediler. Onları âdetâ kutsadılar. Onlara geleceğimiz dediler. Bazıları bayraklı tişört giyerek garip Türkçeleriyle millî bir jargon yakaladıklarını sandılar. Rahmetli Osman Yüksel’i kabrinde bile üzen “Bir nesli böyle mahvettiler”. Modern Mevlevi folklorik danslarını din zannettiler. Âdetlerinden, geleneklerinden, inancından soyutlanmış olanlar, dînî hislerle dolu olmadıkça, ezan duyduklarında irkilmedikçe, yalnız millî maçlardaki giydikleri ay-yıldızlı tişört kadar Türk olabilirler. İslâm’ın kokusunu rûhuna sindirmeyenler aslâ ve kat’â hakîkî bir Türk olamaz…
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.