Mevdûdi Pakistanlı bir gazeteci ve yazardır. Necip Fazıl’ın ifadesi ile: ‘Bende el yazısı mevcut bir şehâdete göre de, bizzat bu şahidin ‘Mezhebiniz nedir?’ sualine ‘Mezhebim yok!’ cevabını veren Urduca ve İngilizce bilip, Arapçayı avam seviyesinde bilen, buna rağmen tefsir yazmaya kalkan bir kişidir. Mâlum olduğu üzere, bir kimsenin tefsir yazâbilmesi için, derinlemesine bir Arapçanın yanında Sırrı Paşa’ya göre 15 farklı ilmi mükemmel bir şekilde usulüne uygun olarak tahsil etmiş olması gerekir.
Kendi devrindeki Hind uleması Mevdûdi’nin küfrüne fetva vermişlerdir. Mevdûdi 1933’te çıkarmış olduğu Tercümanü’l Kur’ân adlı dergide hayatından şöyle bahseder: “1916 ve 1921 seneleri arasında avukat olan babamın felce uğramasından dolayı tahsilimi bitirmekten geri kaldım. Diyar diyar dolaşıp iş aradım. Nihâyet Hind’deki ulemadan oluşan bir cemaat tarafından yayımlanan Cemiyet adlı dergide çalışmaya başladım. Hakikaten bende yazı yazma kabiliyeti, üstün zekâ vardı. Fakat benim arzum bu olmadığı için, edebiyat, mantık, hadîs ilimleri okumak istedim. Bu gaye ile o çalışmayı bıraktım ve Haydarabad’a döndüm. Ne fayda ki mâişet derdi peşimi bırakmadı, tekrar yazmaya başladım. Zira fıtratımda konuşkanlık, fesahat, aşırı zekâ ve edebî bir uslub vardı. Bu yönümü geliştirmeye çalışırken muhterem (!) yazar Niyazi Fetahpori ile tanıştım. Kendisi kuvvetli bir yazardı. Sohbetine kavuştuğum zamanda içimdeki yazarlık melekesi fiile geçti. İşte Fetahpori sayesinde Tercüman Kur’ân adlı dergimi çıkarmaya başladım.” (Mevlana Mevdûdi, s. 2-3, Müellifi Es’ad Geylani) Görülüyor ki, Mevdûdi gençliğinde ilmini Pakistanlı meşhur Fetahpori’den almıştır. Fetahpori, yazılarında cennet ve cehennem ile alay eder… Ve nihâyet İslâm dîninden rücu ettiğini kendi ağzıyla söyler. İşte bu mürted Fetahpori’nin Mevdûdi’ye emdirdiği zehir, Mevdûdi’nin kalbini bozmuş; kalemini kaydırmıştır.
Hazreti Peygambere suçlama
Mevdûdi, Resailu’l Beyânadlı risâlesinin 1362 târihli üçüncü baskısının 156. Sayfasında şöyle yazmıştır: ‘Yirmi üç sene zarfında Nebî (s.a.v.)’in nübüvvet görevini eda ederken yapmış olduğu eksiklik ve taksiratından dolayı, Nasr Sûresi’nin son âyetinde AllâhüTe‘âlâ, O’na istiğfar etmesini emretti.’ Mevdûdi’nin bu yanlış algısına verilecek cevap ve Âyetlerde geçen “istiğfar emri”nden maksad nedir?
Peygamberlerin, tevbe ve istiğfar etmelerinin sebebi, ümmetlerine yol göstermek ve kendilerine uyulması içindir. Yine tevbe ve istiğfardaki mâna, Allâh’u Teâlâ’nın muhabbetini dilemektir.
Nebî ve Resûllerin, her zaman kemâli taleb etmek için bir hâlden bir hâle intikâl etmeleri, mübah olanı terkedip taata yönelmeleri, tevbe ve istiğfar etmeleri; Allâh-u Teâlâ’nın muhabbetini celbetmeleri içindir. Denilir ki, Peygamberin ve diğer peygamberlerin çok tevbe ve istiğfar etmeleri; Allâhın nimetlerine şükretmek, (Ubudiyyet hakkını yerine getirmekteki) noksanlığı i’tirâf ederek kulluk ve huşu’a sarılmak (huşu: korku ile karışık sevgiden kaynaklanan edebli bir hâl) bakımından idi.1
Pakistan’da büyük hadîs âlimlerinden Medrese-i Arâbiye Müdürü Muhammed Yusuf el-Bennurî tarafından 1966 yılında Karaçi’de neşredilen “Mevdûdi ve Fikirlerinden Bazı Nebzeler” isimli eserde bu konu şöyle ele alınmıştır:2
Allâhın bu emri nerede, kusur etmek ve vazife yapmamak nerede!.. Anlaşılan Mevdûdi, günah olmadan tövbe olmaz biliyor. Ve Peygamberin vazifesini eda hususunda, -hâşâ- günah işlediğini, kusur ettiğini sanıyor. Zavallı bilmiyor ki Resûlullâh’ın istiğfarının mânâsı başkadır. O, namâzdan çıktığı zaman “estağfirullah, estağfirullah!” derdi. Namâz günah mıydı ki, ondan dolayı Rabbine istiğfarda bulunurdu? Helâdan çıktığında, “Ğufrânek”, “Allâh’ım senin affını dilerim.” derdi. Acaba Rabbine isyan mı etmiş de af diliyordu? Böyle, birçok yerde istiğfar ederdi.
Mevdûdi, Peygamberin -hâşâ- masum olmadığını, Ondan bu dîni bize nakleden sahâbenin de cahiliyet hastalıklarından kurtulamadıkları bir şeyler kaldığını iddia et-mektedir. Şu hâlde dînden emniyet kalkıyor demektir. Öyleyse biz dîni, kimlerden alacağız?
HAZRETİ PEYGAMBERİN İSMET SIFATININ DEVAMLI OLMADIĞI GÖRÜŞÜ
Mevdûdi’nin Tefhimü’l-Kur’ân (Baskı 3, c. 2, s. 57) adlı kitabında şöyle bir ibare yer almaktadır: “Masumluk sıfatı, peygamberlerden ayrılmaz bir sıfat değildir. Allâh-u Teâlâ, onlardan bu özelliği kaldırdığı zaman, diğer insanlardan farkları olmaz ve nitekim bazı zamanlarda Allâh-u Teâlâ, onlara isyan işletir ki, insanlar onların ilah olmadıklarını ve insan olduklarını görsünler, bilsinler. Binaenaleyh bu, onların hakkında Allâh’ın ilânıdır.” Mevdûdi’nin Nebî hakkındaki bu görüşlerine verilecek cevap nedir?
Eğer Mevdûdi’nin söylediklerini kabul edecek olursak Peygamberimizden bize ulaşan her şeyi şüphe ile karşılamamız gerekir. Çünkü bize ulaşan bu bilgi, O’nun -hâşâ- masumiyetinin üzerinden kaldırıldığı bir zamanda kendisinde sâdır olmuş olabilir! Bu da Cenâb-ı Hakk’ın, Resul’üne her zaman her hususta itaat edilmesi emriyle çelişir.
Peygambe Efendimiz’in ve diğer peygamberlerin, Allah’ın varlığını ve topluca sıfatlarını bilmemekten korunmuş oldukları hakk ve gerçektir. Bu husus, kendisine peygamberlik geldikten sonra aklî delîller ve icma ile kendisine peygamberlik gelmeden önce ise işitme ve nakli delîllerle sabittir. Peygamberimizin, dîn işlerinde beyan buyurduğu, vahiy yolu ile Rabbinden alıp tebliğ buyurduğu hususlarda ilme muhalif bir hâlde bulunması da kesin olarak vâki değildir. Bu husus da aklî ve şer’î delillerle sabittir. Allâh, Peygamberimizi yalan söylemekten ve sözünde durmamaktan korumuştur. Yalan söylemenin ve sözünde durmamanın; O’nun için imkânsız olduğu şer’î, aklî ve nazarî delillerle sabittir. Kendisine peygamberlik gelmeden önce yalan söylemekten kesin olarak münezzehtir. Büyük günahlardan münezzehtir. Küçük günahlardan da uzaktır. Devamlı olarak unutmak ve gaflet içinde bulunmaktan, ümmeti için Allah’ın gönderdiği hükümlerde kendisine devamlı unutma olmasından ve hata etmekten korunmuştur. Rıza hâlinde olsun, öfkeli iken olsun, ciddi konuşurken olsun, şaka yaparken olsun bütün hâllerinde Peygamber Efendimiz korunmuştur.3
Uyarı: Bu hususlara sımsıkı sarılmak ve bunları kesinlikle kabullenmek vâcibtir. Bu bölümleri hakkıyla bilmenin, faydası büyük olduğu gibi tehlikesinin de büyüklüğünü bilmek gerekir. Çünkü Peygambere vâcip, câiz ve imkânsız olanları; peygamberin getirdiği hükümlerin (farz, vâcib, sünnet gibi) şekillerini bilmeyen kimse, zikredilen hususların, aldıkları hükmün tersine bir inanca sahip olmaktan emin olamaz. Peygamberimiz için düşünülmesi câiz olmayan bir şeyi O’na isnad etmek suretiyle veya Peygamberde olmayandan kendisini tenzih etmez de böylece bilmediği hâlde helak olur; cehennemin en derin ve aşağı tabakasına düşer. Çünkü bâtıl olanın Peygamberde mevcud olduğunu sanmak ve Peygambere câiz olmayanı ona isnad edip inanmak sâhibini helâk ve hüsrana götürür.4
Dipnotlar
1 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590
2 Ahmed Dâvudoğlu, DîniTa’mir Davasında Dîn Tahripçileri
3 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590-591
4 Kâdıİyâz, Şifa-i Şerîf, s. 590-591
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.