Şapka kurbanları
HaberAtma Hamidiye atma atma Din kardeşiyiz bizi yakma Atma Hamidiye atma atma Taktılar serpuşi kafamıza
Yukarıdaki metnin ilk kısmını pek çoğumuz biliriz. Yalan söyleyen birisini gördük mü “Atma Recep, din kardeşiyiz” deriz. Ama sözün aslı çok farklı maalesef.
Tarihimiz öylesine hazin olaylarla dolu ki, insanın oturup ağlayası geliyor. Şapka kanunu da bunlardan sadece bir tanesi… Öyle ki, şapka giymemenin cezası kanunda üç ay aya kadar hafif hapis cezası olmasına rağmen onlarca kişi İstiklal Mahkemeleri tarafından idam edildi.
Konuyla ilgili ilk yazılıp çizilmiş çok şey var. Yavuz Bahadıroğlu’nun yazdıklarına göz atalım… Bahadıroğlu, Osmanlı döneminde kullanılan başlıklar hakkında geniş bilgi verdikten sonra Cumhuriyet dönemindeki uygulamaları anlatıyor.
Şapka inkılâbında kaç kişi asıldı?
Osmanlı Devleti’nde, çok çeşitli başlıklar kullanılırdı. Bunların en yaygını ise “kavuk” ve “külah”tı. Öyle zamanlar oldu ki, sadece saraydaki yüksek rütbeli subayların giydiği başlık çeşidi 43’e çıktı. Hükümet ve devlet görevlilerine ayrılan başlık sayısı ise 27 idi. Hiç kimse kendine ait olmayan renk ve şekilde bir başlığı başına koyamazdı. Sadrazamdan kâtibe kadar herkesi şapkalarından tanımak mümkündü (Bu mezar taşlarına kadar yansıdı).
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı tarih olan 1826’ya kadar bu böyle devam etti. O tarihi takip eden günlerde, Akdeniz’de seferde bulunan Kaptan-ı Derya (Deniz Kuvvetleri Komutanı) Koca Hüsrev Paşa, Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı’ndan geriye hiç bir alâmet ve kıyafet (adetimizdir, öteden beri biz kılık kıyafetle uğraşmayı severiz) bırakmak istemediğini öğrenince, Tunus’tan bir miktar fes alıp tayfalarına giydirdi.
İstanbul’a döndüğünde, subaylarıyla birlikte Padişah’ın huzuruna başında fesle çıktı. Fes, yenilikçi Padişah’ın hoşuna gitmişti. Tunus’tan, hemen elli bin adet fes getirtildi. Daha sonra da, fes üretmek üzere, İstanbul/Eyüp Sultan’da bir “Feshane” kuruldu. 1828’de çıkartılan bir kıyafet nizamnamesiyle de fes resmi başlık oldu. Zamanla moda haline geldi. O kadar ki, bir dönem kadınlar bile kullanırdı.
Kolay uyum sağlandı, çünkü siperi olmadığı için fesle namaz kılınabiliyordu. Bu yüzden de “Hıristiyan kıyafeti” olarak algılanmıyordu. Ama şapkanın siperi vardı. Üstelik Avrupa’nın malıydı. Siper secde edilmesini engelliyordu. Bu yüzden de, şapka, şiddetli itirazlarla karşılaştı.
1925 Ağustosunun son haftasında, Kastamonu’ya ve İnebolu’ya yaptığı bir gezide Mustafa Kemal fese ve hâlâ Anadolu illerinde giyilmekte olan geleneksel kıyafetlere savaş açtı.
Atatürk’e göre şapka; çağdaş olma, evrensel medeniyete katılma, kafaların içini hurafelerden kurtarıp bilimsel düşünceye açma yolundaki çabaları destekleyecek en önemli adımdı. Kişinin kıyafetini değiştirmekle ruhsal yapısının da değişeceği varsayılıyordu. “Efendiler”, diyordu, şapkalı olarak ilk kez gittiği Kastamonu’da; “Turan kıyafetini araştırıp canlandırmaya gerek yoktur. Medeni milletlerarası kıyafet, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya potin, üstünde pantolon, yelek, gömlek, kravat, ceket ve doğal olarak bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta siperi şemsli serpuş; bunu açık söylemek isterim, bu başlığın ismine şapka denir.”
Ankara’ya döndüğünde kendisini karşılayan “üst düzey”lerin tamamı şapkalıydı. Hava ile birlikte moda anlayışı da değişmiş, hayat bir gün içinde başkalaşmıştı.
Zaten hazırda bekletilen “Şapka İktisasına (giyilmesine) Dair Kanun” Tasarısı hemen Büyük Millet Meclisi’ne sevk edildi. Ama geçirmek çok kolay olmadı. Tasarı görüşülürken, taslağın Anayasaya aykırı olduğu ileri sürüldü. Bunu ileri süren Bursa Milletvekili Nurettin Paşa’ya, Atatürk’ün yakın çevresinden zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) çok sert çıktı: “Hürriyetin nasibi, irticaın elinde oyuncak olmak değildir…
Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman Anayasaya aykırı olamaz, olmaması mukayyettir (belirlenmiştir). Tabii herkes sustu. Şapka kanunlaştı (25 Kasım 1925). Artık erkeklerin şapka dışında başlık giymeleri suçtu. Ama o sırada ülkede yeteri kadar da şapka yoktu. İnsanlar şapkaya benzer ne bulurlarsa başlarına geçiriyorlardı. Hatta Rum kadınlarının giydiği şapkalar bile bir süre üst tabaka erkekler tarafından kullanılmış, bu yüzden trajikomik görüntüler oluşmuştu.
Aydınlar şapkaya kolayca uyum sağlamıştı, fakat halkın tercihi farklıydı: Yüzyıllar boyu kullandıkları başlıklardan vazgeçmek istemiyorlardı…
Bu direnişin özünde alışkanlıkla birlikte dini gerekçeler de vardı. Şapka ile namaz kılınamaması, ona karşı bir antipati doğurmuştu… Şapka Kanunu’nun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane’de sert direnişler yaşandı. Ama hepsi çok şiddetli, hatta vahim bir şekilde bastırıldı…
Mesela Trabzon’un Of İlçesi, Hamidiye Zırhlısı tarafından bombalandı. “Bizim uşaklar”ın, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuk, vergi de vereceğuk” diye aman dilemeleri meşhurdur.
Oysa, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası, kanuna göre, üç aya kadar hafif hapisti. Ama şapka, İstiklal Mahkemeleri’nin en önemli konusu haline getirilmişti. Ve şapkaya direndikleri gerekçesiyle, başta İskilipli Atıf Hoca ile Babaeski Müftüsü olmak üzere, Rize’de 8, Maraş’ta 7, Erzurum’da 4, Sivas’ta 3, İskilip’te 2, Menemen’de 28 olmak üzere, çeşitli yerlerde toplam 78 kişi idam edildi.
Ardından 25 Kasım 1925’de çıkarılan yeni bir kanunla bütün erkekler için şapka giyme zorunluluğu getirildi. Böylece şapka dışında bir başlık giyilmesi cezayı gerektiren bir suç haline getirildi. Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği gerekçesiyle idama mahküm olanlar arasında bir de kadından söz edilir. Bu, Erzurum’da (yıl 1926) bohçacılık yaparak hayatını kazanan “Şalcı Bacı”dır… Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikâye yazdığını ve adını "Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu" koyduğunu anlatır.
Nimet Arzık, Şalcı Bacı'nın "Şapka Kanunu'na Muhalefet suçundan
asılacağı"nı öğrendiğinde çok şaşırdığını, "candarmalar" onu iterek
sehpaya götürürken "Kadın şapka giye ki asıla?" diye sorarak geçtiği
yollardaki "donuklaşmış" insanların içlerini kabarttığını ifade eder.
Şalcı Bacı'nın "Kadın şapka giye ki asıla?" şeklindeki safça şaşkınlığını
Nimet Arzık şöyle cevaplandırır:
“1 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka Kanunu, Anadolu’da yer yer
protestolara sebep olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar
verdi.
“Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın
şapkaya direnmesi, buralarda gezici İstiklal Mahkemeleri’nin
dolaşmasına sebep oldu.
“Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi.”
(19.07.2010-Yeni Akit)
Gazeteci Nevzat Çiçek de konuyla ilgili yazısında çok ilginç bilgiler
veriyor.
Atatürk, 23 – 31 Ağustos 1925 tarihleri arasında Kastamonu ziyareti
yapar…Panama şapkasını ilk kez bu ziyareti esnasında giyer…Ve “bu
serpuşun adına şapka denir” sözü 27 Ağustos 1925 tarihinde İnebolu
Türk Ocağı binasındaki hitabetinde söylenir…
Tarihler 23 Eylül 1925’ i gösterdiğinde, Açıksöz gazetesinin ilk sayfasının
sol üst kısmında “Bilumum Meclis Azaları Şapka Giymek
Mecburiyetindedirler” başlıklı bir haber yayınlanır. Bu haberden
anlaşıldığına göre; TBMM üyeleri, meclis üyeleri ve devlet memuru
olanların hepsi de Şapka giymek mecburiyetindedir. Ve iki ay kadar
sonrasında 25.11.1925 tarihinde 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında
kanun yürürlüğe girer. Bu kanuna göre; bütün TBMM üyeleri, meclis
üyeleri ve memurlar şapka giymek mecburiyetinde olduğu gibi, sivil
vatandaşın da şapka dışındaki bir kisveye yönelmesini hükümet men
eder!
Bu kanuna muhalefet edenin suçu nedir: “Hükümetin tespit eylediği
kıyafetin gayri kıyafet iksa edenler (giyenler) üç aydan bir yıla kadar
hapis edilirler.”
Şapka Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin ardından Devlet memurlarına
şapka alabilmeleri için “Şapka Avansı” verildi!
80 lira Şapka Avansı verildiği günlerde bir ekmeğin fiyatı 5 kuruş idi! Yani
1600 ekmek parası ile bir şapka alınıyordu! Haliyle devlet memurlarının
bir çırpıda şapka alabilmeleri mümkün değildi! Çünkü şapka bir aylık
maaşlarını yutuyordu! Bu yüzden memurlara şapka avansı verilmesi
uygun görülmüş ve taksitle bu avansları ödemesi kolaylığı getirilmişti!
Şapka Kanunu halk tarafından kolaylıkla kabullenilmedi. Ülkenin değişik
yörelerinde “Şapka giymek istemiyoruz!” protestoları (isyan demiyorum,
protesto diyorum!) baş gösterdi… Rize’de Hamidiye zırhlısı şehri topa
tuttu… Erzurum’da erkeklerin giymek zorunda oldukları şapkaya
muhalefetten bir kadın(!) idam edildi… Şapka İktisası Hakkındaki
Kanun’a muhalefetten binlerce vatandaş ağır hapse mahkum edilirken
resmi tarihe göre 80’e yakın, gayri resmi tarihe göre binlerce insan idam
edildi.
RİZE’DE OLAYLAR NASIL BAŞLADI
15 Aralık 1925 günü “Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize
yeter!” diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar
ateş açıyorlar. Uyarıya rağmen dağılmayan kalabalığın üzerine gelişi
güzel ateş sonucu 17 kişi ölüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse
dokunamıyor. 143 kişi tutuklanıyor.
Olaylar üzerine düşman üzerine sefere çıkarcasına dönemin en büyük
harp gemisi olan Hamidiye kruvazörü, Rize sahillerine gelip demir attı.
Birinci Dünya savaşında İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini,
millete zorla şapka giydirmek için Hamidiye zırhlısı gümbür gümbür
bombalamaya başladı. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim
alanlarının çok olduğu ve Ulu Caminin bulunduğu Bataniye yamaçlarını
dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu.
İSTİKLAL MAHKEMESİ HEMEN ASIYORDU
Rize Ulu Cami imamı Şaban Hoca, namazdan sonra etrafında toplanan
kalabalığa ;“Biz hükümetten akaid-i diniyye’ye hizmetkarlık ve bağlılık
isteriz. İnanmayan inanmasın, fakat insanlara zulüm edilmesin. Tek
isteğimiz sarığımıza, sakalımıza ve cübbemize dokunulmasın. Şapkayı
giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın!”
Bu heyecanlı konuşmadan sonra coşan kalabalık köylülerle birlikte
hükümet konağına doğru yürüyüşe geçmişler.
Yarı resmi Hakimiyet-i Milliye gazetesi bir gün sonra yazıyor; “Rize’nin
Bataniye bölgesinde Ulu Cami imamı Şaban Hoca halka karşı
konuşurken; “Hükümette din düşmanlığı baş göstermiştir. Memlekette
herkes şapka giymeye zorlanıyor. Giymeyenler hapisten idama kadar
cezalara çarpılıyor. Buna karşı duyarsız kalmak dinimizde günahtır.
Ayaklanma vacip olmuştur!
Biz herkes dinimize girsin demiyoruz. Biz hükümetten sadece dinimize
saygı ve bağlılık istiyoruz. Müslümanlara ve İslam’a zulmedilmesine
müsaade etmeyeceğiz!” deyince halk toplu yürüyüşe geçiyor.
Hakimiyet-i Milliye gazetesinin yazdıklarına göre, isyancılar Hükümet
Konağını ele geçiriyorlar. Ankara hükümeti Rize üzerine büyük bir askeri
kuvvet gönderiyor. Rivayete göre üç gün süren halk ile asker arasındaki
çatışmalarda yüzlerce köylü hayatını kaybediyor. Bölgenin imdadına
hemen gezici-seyyar istiklal mahkemesi yetişiyor.
Yargılama göstermeliktir ve son tiyatro sahnesidir. Bir gün süren tek
celsede, hakim koltuğunda oturan ve hiçbiri hukuk adamı olmayan
milletvekilleri tarafından temyizi, itirazı ve avukatı olmayan mahkeme
değiştirilemez kararını veriyor. Karara göre ”Bu isyancılar İslam Devleti
istiyorlar. Hilafet istiyorlar ve kendi şer düşüncelerine halkı da alet
ediyorlar.
Sadece bir gün içinde bu 143 kişinin yargılama işlemi bitirildi. On dört kişi
15’er yıla, yirmi iki kişi onar yıla, on dokuz kişi de beşer yıl kalebend
denilen ağır hapis cezasına çarptırıldı. Geriye kalanlar ise dayak ve para
ödeme gibi hafif ceza alıyorlar. İstiklal Mahkemesinin hızla verdiği kararla
sekiz kişi hemen Ulu cami önünde kurulan darağacında idam edildi.
Asılan sekiz kişi Ulu Cami imamı Hafız Şaban Efendi, Muhtar Yakup
Çavuş, İslahiye imamı Hasan Efendi, Belediye bekçisi Kadir Ağa. Rize
asliye mahkemesi Başkatibi Hafız Osman Efendi ve kardeşi avukat
Hulusi beyler, merkez cami imamı Hafız Kamil, Peçelioğullarından
Mehmet ve Ahmet Çavuş kardeşler, Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi
Şeyhlerinden Numan Sabit Efendi’dir.
ŞAPKA DİRENİŞİ NASIL SONA ERDİRİLDİ
Haklarında idam kararı verilen sekiz müstakbel şehit karanlık bir
hapishane odasına tıkılır. Sabit Hoca gece yarısı bütün arkadaşlarını
uyandırır. “Kalkın arkadaşlar, abdest alın namaza duralım. Birkaç saat
sonra Rabbimize kavuşacağız!”
Az sonra Allaha kavuşacaklarını bilenlerin bir müjde saadeti içinde
namazlarını kılıyorlar. Saatler sonra sehpadan indirilen şehitlerin
cenazeleri ailelerine verilmiyor. Rastgele açılan çukurlar içinde kumluğa
gömüyorlar. Yakınları tarafından cesetler çalınmasın diye de başlarına
süngülü nöbetçiler dikiliyor. Ancak üç ay sonra ve fakat gece çıkartılıp
köylerine götürülmek şartıyla cesetleri ailelerine teslim etmeye izin
veriyorlar.
Çürümeyen cesetler evlatları tarafından gömülü oldukları kumluktan
çıkarılıyor. Kilimler sarıyor ve sırıklara takıp omuzlarına alıyorlar ve
köylerine çıkarıyorlar. Üç ay geciken cenaze namazlarını kılıp hüzünle
köy mezarlığına defnediyorlar.
Hakimiyet-i Milliye gazetesi Rize olaylarıyla ilgili son haberlerinde de
asılan şehitler için kin ve nefretini aşığa vuruyordu; “Rize’deki mürteciler
de ceza-yı Sezalarını buldular.” diyordu. (12.12.2012-TİMETURK)
Anadolu insanını o kadar etkiler ki bu durum; yıllar sonra da olsa
türküsü yapılır yaşananların.
ATMA HAMİDİYE ATMA DİN KARDEŞİYİZ
“Atma Hamidiye atma atma
Din kardeşiyiz bizi yakma
Atma hamidiye atma atma
Taktılar serpuşi kafamıza
Atma Hamidiye atma atma
Vergimu vereceğum bizi yakma
Atma Hamidiye atma atma
Sürgün etma, bizi yakma “
Bu öylesine bir yaradır ki milletin gönlünde, her şehirde farklı dramlar
yaşanmıştır. Ahmet Anapalı’nın yazısı, sadece şapka dramını değil, o
dönemde yaşanan dramların büyük kısmına ışık tutuyor. Yani o
dönemde ilerlemeyi kafasına koyan Avrupa ve Amerika nelerle
uğraşıyor, biz nelerle…
Merak ediyorsanız buyurun…
Şapka takmayanı mezardan çıkartıp asarlar
Dünya üzerinde gelişmiş ne kadar ülke mevcutsa bakınız hepsinde
mutlaka inkılaplar ve ilerleme hareketleri yaşanmıştır. Meselâ
Almanya’da 1920’li yılların başında yaşanan eğitim alanındaki o müthiş
devrim veya İtalya’da yaşanan ağır sanayi inkılabı, Amerika’daki
şehirleşme inkılabı bu sosyal hareketlere örnek gösterilebilir. Dünyada
bu mühim gelişmeler yaşanırken elbette Türkiye’de de devrimler
yaşanıyordu. Hem de peş peşe. Avrupa’da yaşanan bu devrimlere
karşılık bizde yaşanan devrimlerin ne olduğunu merak mı ediyorsunuz?
O halde buyurun kısaca devrim tarihimiz;
25 Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka iktisası” kanunlaştı. Eskiden
giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi, hakkında yazı yazmak bile
yasaklandı.
30 Kasım 1925: Tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı.
26 Aralık 1925: Takvim ve saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim
kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına
nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.
17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk
Medenî Kanunu” adı verildi.
1 Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu”
adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri
kaldırıldı.
28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması
hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı
başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası
buna mühim bir örnektir.
10 Nisan 1928: Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i
İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine,
“Namusum üzerine” lafı getirildi.
24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.
3 Ekim1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı
değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm
harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.
1 Ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.
1 Nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan
ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi.
Bu devrimler, iktidarı ele geçiren zümrenin, toplumun devlet eliyle
yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü. İktidar, halkın geçmişiyle
olan tüm bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu
sayede halk nezdinde meşruiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa
karşısında “yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinç
altına motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur, söz konusu kadronun
kendine ait tüm değerlerden nefret etmesine yol açtı. Buna batıya ait
değerlere hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik arka
planla yapıldılar. Devrimleri yapan kadro, kendine ait değerleri her
gördüğünde “yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda öz değerlerine olan kini bir
kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreç “kendinden nefret” noktasına
varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik tepkiler karşısında devrimci
kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir
psikoloji ile izah edilebilirdi.
Söylemeye gerek yok ki, bütün bu devrimler halka rağmen yapıldı.
Sadece bu ülkede değil, dünyanın neresinde olursa olsun, böylesi bir
mühendislik projesi tepkiyle karşılanırdı. Tabiatıyla bu ülke insanı da,
“tepeden adam etme” operasyonlarını tepkiyle karşıladı.
Öncelikle böyle bir uygulama sosyoloji biliminin bulgularına aykırıydı.
Kanunla, yasayla, sopayla, kurşunla bir halk kendi kültüründen bir çırpıda
koparılıp bir başka kültüre eklemlenemezdi. Yani kendisi olmaktan
çıkarılıp başkası yapılamazdı. Nitekim öyle de oldu. Anadolu insanı bu
tepeden yürütülen mühendislik operasyonuna yer yer çok şiddetli tepkiler
verdi. Halkın bu tepkileri hemen her zaman sivil itaatsizlik adı verilen
türden tepkilerdi. Fakat her seferinde bu tepkiler silah zoruyla bastırıldı.
Devrimlere yönelik her sivil tepki, devrimciler tarafından bir “isyan” olarak
telakki edildi. Öyle telakki edildiği için de, şiddet yöntemiyle, kan dökerek
bastırılma yoluna gidildi.
Sivil tepkilere karşı en kanlı eylem “kıyafet devrimi” adı verilen şapka
iktisası hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesi ile başladı. Nitekim
cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal 22 Ocak 1923’te Bursa’da;
“Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılap
ebedileştirilemez.” demiştir.
Bunun yanı sıra Harbiye marşında; “Kanla irfanla kurduk biz bu
cumhuriyeti” mısraı yer bulmuştur. Yine aynı şekilde Şapka İnkılabını
tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek
istemeyenleri kastederek;
“Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı
kurbanlar verilir.” demekten kendini almayacaklardır.
Bu “yüksek ve önemli amaç”ın gerçekleşmesi, yurdun dört bir yanındaki
onlarca insanın hayatına mâl olmuştu. Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda
Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve
Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok
onlara yaramıştı. Şimdilerin Ünlü Vakko’sunun eski sahipleri de şapka
devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla
bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir.
Bu müthiş devrimden sonra ülkede başta tüm memurlar olmak üzere
vatandaşlar şapka giymeye, giymeyenler ise hapislere atılmaya veya
asılmaya başlandı. Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik
kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler;
“Ekonomik olarak müthiş bir zarar. Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti.
Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve
eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu
şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara
kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.”
Bir ülkenin vizyonunu bir anda genişleten bu müthiş şapka İnkılabını
protesto etmek için ülkede isyanlar, olaylar çıkmadı değil. Meselâ;
28 Kasım’da Sivas’ta çıkan ve “Şapka giymek istemiyoruz. Gâvur kılığına
girmek istemiyoruz” naralarıyla bağırarak valilik binasına yürüyen halk
asker tarafından durduruldu ve yürüyüşü tertip etme suçundan dolayı 2
hoca idam ile cezalandırılmış geri kalan ise, çeşitli sürelerde hapse
mahkûm edilmiştir.
Aynı tarihlerde Erzurum’da halk, çifte minareli camii meydanında şapka
aleyhtarı bir eylem yapmış bunun karşılığı olarak asker kalabalığa ateş
etmiş 15 kişi vurularak öldürülmüş, biri kadın olmak üzere 13 kişi idam
edilmiş, 80 kişi tutuklanmıştır.
Erzincan’da yaşanan hadise ise tam bir insanlık ayıbıdır. İstiklal
Mahkemesi o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevi İbrahim Hakkı
Efendi’yi gıyabında idama mahkûm eder. Fakat hocaefendiyi bulamadığı
için bu idamı gerçekleştiremez. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi
ruhunu Allah’ına teslim eder. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal
Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir.
Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz. bu adam
kanuna karşı geldi mutlaka asmam lazım” der. Bunun üzerine kabir açılır.
Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır
sonra tekrar gömülür.
24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 17 Aralık’ta Rize’de, 31
Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorumda, 1 Şubatta Giresun’da halk
eylemleri görülür. Sonuç yine aynıdır. “Bu yüksek ve önemli amaç” için
binlerce kişi öldürülür yüzlerce kişi asılır. Onbinlerce kişi hapse atılır. Bu
arada bu şehitlerden biri de herkesin bildiği rahmetli İskilipli Atıf Hoca’dır.
Başka söze ve başka misale gerek var mı? (Ahmet Anapalı, Ağustos
2010)
NOT: Konuyla ilgili önemli bir bilgiyi de paylaşalım: Bu kadar
insanın hayatına mal olan 671 Sayılı Kanun, uzun zamandır
uygulanmasa bile, yakın döneme kadar Demokles’in kılıcı gibi
milletin kafasında sallanmıştır. Ve nihayet 13 Mart 2014 tarihinde
çıkarılan kanunla yürürlükten kaldırılabilmiştir.
30 Aralık 1925 tarihli cumhuriyet gazetesi idam edilen 8 kişinin resimleri
ile birlikte haberi şu şekilde yayınlar: “Rize’den matbaamıza yazılıyor:
Köy İmamlarının ve bazı mürtecilerin teşviki ile 25-26 teşrinisinde
başlayan isyan, Cumhuriyetin azm ve savleti neticesinde süratle
bastırıldı.”
İlginizi Çekebilir