Psikanaliz mi? hikmet mi?
AnalizKendisi Hacı Bayram Veli Hazretlerinin halifelerinden olan Akbıyık Sultan Hazretlerinin talebesiydi. ‘’Envarü’l Aşıkin’’ ve ‘’Acaibü’l Mahlukat’’ gibi eserlerinde insanı; ruh, akıl, nefs ve kalp bütünlüğü içinde ele aldı. Onun tıbbı yalnızca bedenin değil, kalbin de ilmi idi. ‘’Kalp bozulursa, bütün beden karanlığa düşer’’ sözüyle, bugün ‘’psikosomatik’’ denilen ilişkiyi yüzyıllar önceden sezmişti.
BATI PSİKANALİZİ Mİ, DOĞU HİKMETİ Mİ?
Ahmet Bican ve Freud’un İnsan Tasavvuru
İnsanı çözmek, çağların en eski merakı…
Kimine göre ruhun gizemidir, kimine göre beynin kimyası. Tarih boyunca filozoflar, hekimler ve mistikler aynı sorunun etrafında döndü. ‘’İnsanı insan yapan şey nedir?’’
Modern psikiyatri, insan zihnini çözmek için 19.yüzyılda Freud’la yeni bir sayfa açtı. Ama bundan tam beş asır önce Gelibolu’da yaşayan bir bilge Şeyh Ahmet Bican, ruhun, nefsin ve kalbin derin ilişkisini çözümlemişti. Fark şu: Freud’un insanı çatışan dürtülüerden ibaretti; Bican’ın insanı ise Hak Teala’ya yönelen bir bütünlüktü.
Freud: Bilincin Altındaki Fırtına
19.yüzyılın sonlarında Viyana’da bir hekim, insan ruhunun görünmeyen katmanlarını keşfetmeye girişti. Aslında nöroloji uzmanı olan Sigmund Freud, insan davranışlarını bastırılmış arzular, bilinçaltı çatışmalar ve çocukluk deneyimleriyle açıklamaya çalıştı. Ona göre ruhsal rahatsızlıklar, bilinçaltında bastırılmış duyguların dışavurumuydu. İnsanı anlamak için, bu derinlikte saklanan ‘’gölge’’yi çözmek gerekiyordu.
Freud, tıbbı, laboratuvardan çıkarıp insanın iç dünyasına taşıdı. Ancak o iç dünya, maneviyattan çok travmayla doluydu. Özetle ruhun değil, bilincin anatomisini çizdi.
Ahmet Bican: Kalp Hekimliği ve Hikmetin Dili
Freud’tan beş asır önce, 15.yüzyıl Gelibolu’sunda bir süfi hekim yaşıyordu. Şeyh Ahmet Bican Hazretleri..
Kendisi Hacı Bayram Veli Hazretlerinin halifelerinden olan Akbıyık Sultan Hazretlerinin talebesiydi. ‘’Envarü’l Aşıkin’’ ve ‘’Acaibü’l Mahlukat’’ gibi eserlerinde insanı; ruh, akıl, nefs ve kalp bütünlüğü içinde ele aldı. Onun tıbbı yalnızca bedenin değil, kalbin de ilmi idi. ‘’Kalp bozulursa, bütün beden karanlığa düşer’’ sözüyle, bugün ‘’psikosomatik’’ denilen ilişkiyi yüzyıllar önceden sezmişti.
Ahmet Bican, hastalığı sadece organlarda değil, insanın manevi dengesinde aramıştı. Zira ona göre ruh bulanırsa, beden sinyaller verir; kalp susarsa, zihin karmaşaya düşer.
Nefs mi, İd mi? Aynı Hakikatin İki Yüzü
Freud insanın iç dünyasını üçe ayırdı: İd (dürtüler), ego (benlik), süperego (vicdan).
Ahmet Bican ise aynı yapıyı bambaşka bir dille anlatır: Nefs, akıl ve kalp. Biri bilinçaltını anlatır, diğeri insanın manevi anatomisini.
Freud’un ‘’iç çatışma’’ dediğine, Bican ‘’nefs mücadelesi’’ der. Ama ikisi de bilir ki, insanın huzuru bu savaşın sonucuna bağlıdır.
Freud: İnsan davranışını bilinçaltı dürtüleri yönetir. Terapi, bastırılmış duyguları bilince çıkarmaktır. Amaç: iç çatışmayı çözmektir.
Ahmet Bican: İnsan davranışını nefs, akıl ve kalp dengesi yönetir. Terapi, nefsin terbiyesiyle kalbin arınmasıdır. Amaç: ruhu dengeye, kalbi huzura erdirmektir.
Freud, insanın karanlık yanını keşfetmek istedi; Bican ise insanın ışığını ortaya çıkarmak.
Biri insanı analiz etti, diğeri insanı inşa etti.
Modern Nöropsikiyatrinin Kurucusu Freud Değil, Ahmet Bican’dır
Modern nöropsikiyatri, bugün ‘’zihin-beden etkileşimi’’, ‘’duygusal regülasyon’’, ‘’nöroplastisite’’ gibi kavramlarla insanın yeniden şekillenebilir bir varlık olduğunu söylüyor. Ahmet Bican ise bu hakikati beş asır önce şu cümleyle özetlemişti:
‘’Nefs, taş değildir; terbiye edilirse altın olur’’. (İslam mutasavvıfları, nefsin terbiye edilmesini, ‘’nefsin itminana kavuşması’’ olarak tanımlamışlar ve bunun, ‘’bir mürşidin terbiyesi ile mümkün olacağını’’ bildirmişlerdir. Bu terbiyenin metodunu ise ‘’ilim, amel, ihlas’’ dairesinde gelişmek olarak ifade etmişlerdir.)
Freud’un teorisi, davranışı çözmeye çalıştı; Bican’ın hikmeti, insanı dönüştürmeye ve geliştirmeye. Biri çatışmayı anlamaya yöneldi, diğeri huzurun formülünü verdi. Biri zihni anlamanın bilimi, diğeri ruhu olgunlaştırmanın yoluydu.
Freud’un yönteminde insan yalnızdır; Bican’ın yolunda ise insan, Rabbine dönerek kendini tanır ve olgunlaşır. Biri bilinci kazıya kazıya ilerler, diğeri kalbi cilalaya cilalaya aydınlanır.
Batı’nın Bilimi mi, Doğu’nun Hikmeti mi?
Batı, insanın zihnini analiz etti; Doğu, insanın kalbini terbiye etti. Bugün nöropsikiyatrinin ulaştığı bütüncül sağlık anlayışı, aslında bu iki yolun keşiştiği noktadır.
Ahmet Bican, Freud’dan yüzyıllar önce ruhun ve bedenin aynı sistemin iki yüzü olduğunu söylemişti. Freud bilinci kazarken, Bican kalbi parlatıyordu.
Belki de modern nöropsikiyatrinin kökleri, Viyana’nın kliniklerinde değil, Gelibolu’nun tekkelerinde filizlenmişti.
Batı’nın Ruh Analizi ve Doğu’nun Yolundan Sapması
Batı, asırlardır ruhu çözmeye çalışırken onu laboratuvar masasına yatırdı. Freud’un, Jung’un, Adler’in kurduğu psikanaliz geleneği; ruhu, bilinçaltı reflekslerin kimyasal bir toplamı olarak yorumladı. Ruhun sesini id, ego, süperego gibi kavramsal katmanlara sıkıştırdı. Böylece insanın iç dünyasını tanımlamaya çalıştı ama onu ‘’anlamlandırmayı’’ unuttu. Çünkü anlam, sadece bilinç çözümlemeleriyle değil, mana idrakiyle kavranır.
Doğu ise yüzyıllar boyunca Ahmet Bican gibi alimlerle ‘’nefsin terbiyesi’’, ‘’zikir’’, ‘’hikmet’’ ve ‘’kalp gözü’’ kavramlarıyla insanın iç alemine yolculuk yapmıştı. Fakat son yüzyılda bu irfan çizgisi, modern dünyanın pazarlama sahnesinde ‘’enerji’’, ‘’frekans’’, ‘’aura’’, ‘’evrensel bilinç’’ gibi kavramlarla karikatürize edildi. Halbuki insanın aradığı şey ‘’enerji’’ vs değil tevhidin ruhuydu. Yoga, meditasyon, reiki gibi uygulamalar, nefsi geçici bir sükuna erdirse de kalbi hakiki huzura ulaştıramaz. Çünkü kalbin asıl merkezinde ‘’kendini bulmak’’ değil, yüce Yaradan’ı bilmek ve inanmak vardır.
Modern insan, psikanalizin duvarları arasında yönünü, yoga minderlerinde ise ruhunu kaybetti. Her iki uçta da aynı arayış var: huzur.
Ama huzur, ne Freud’un divanında ne de Himalaya’nın eteklerinde. Huzur, insanın kendi nefsini tanıyıp, onu Rabbinin huzurunda secde ettirmesinde gizlidir. Ruhsal denge, modern tekniklerle değil, kalbin itminanı ile sağlanır.
‘’Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur.’’ (Rad suresi, 28. Ayet)
Orta Asya’nın Kayıp Aydınlanma’sından Ahmet Bican’a
Miladi 800-1200 yılları arasında Maveraünnehir’de yükselen ilim-irfan sentezi; cebirden tıbba, kozmografiden mimariye uzanan yüksek bir medeniyet iklimi doğurdu. Bu iklim Ahmet Yesevi hazretlerinin himmetiyle Anadolu’ya da taşındı ve sonraki jenerasyonlarda Ahmet Bican gibi birçok alimin yetişmesine zemin hazırladı. Sadece bu da değil, Endülüs’lü alimlerin Latinceye çevrilen eserleriyle, Rönesans hareketinin fitilini de yaktı.
Ahmet Yesevi hazretleri, silsile-i Aliyye’nin büyüklerinden Yusuf Hamedani hazretlerinin halifelerinden biriydi. Kendisi Türkistanlı bir Türk’dü. Yaklaşık 10 bin kadar gaziderviş-alperen talebesini Anadolu’ya göndermiştir (Horasan Erenleri). Bu sebeple Anadolu’nun manevi fatihi olarak kabul edilmektedir. Hacı Bayram Veli, Ahi Evran, Mevlana Celalettin-i Rumi, Tapduk Emre, Yunus Emre, Şeyh Edabali ve sonrasında Akşemşettin ve Ahmet Bican hazretleri hep onun manevi izini takip etmişlerdir. ‘’Edep, ahlaktan üstündür. Ahlak da ilimden önce gelir’’ sözü çok meşhurdur.
İşte Orta Asya’nın bu altın döneminde, ruhun hikmetiyle, aklın araştırması aynı sofrada buluştu. Maveraünnehir, Harezm, Buhara, Semerkant, Fergana, Taşkent, Merv, Belh, Herat, Rey ve Nişabur gibi şehirlerde başlayan ve bizim şimdilerde ‘’kayıp aydınlanma’’ diye hayıflandığımız ilim ve fikir ateşi, dünyanın diğer bölgeleriyle kesinlikle kıyaslanmayacak düzeyde ileri bir medeniyet çizgisine sahipti. Hatta öyle ki bu şehirlerin pek çoğunda merkezi kanalizasyon ve merkezi ısıtma gibi şimdi bile çoğu kentin sahip olmadığı bir medeniyet gelişimi vardı. Hemen her eve içme ve kullanma suyu ulaşımı sağlanmıştı.
Daha da önemlisi medreseler, külliyeler, kütüphaneler, her şehrin olmazsa olmazlarıydı. Devlet başkanları ya da valiler, sahip oldukları hazinelerle değil, meclislerindeki alimlerin sayılarıyla övünüyorlardı. Hatta öyle alimler vardı ki; mesela Harizmi cebiri sistemleştirdi. İbn Heysem, optik bilimin temellerini attı. Farabi, akıl-ahlak-şehir düzeni arasında köprü kurdu. İbn Sina, ‘’Kanun’’ adlı eseriyle tıbbı asırlarca yöneten bir metodolojiye kavuşturdu. Biruni, coğrafyadan mineralojiye, astronomiden metodolojiye uzanan olağanüstü bir araştırma iştahını ‘’objektiflik’’ arayışıyla birleştirdi. Mekanik mühendisliğin babası sayılan Cezeri, günümüz robotik teknolojinin temellerini attı. Uluğ Bey, çağının çok ötesindeki rasathanesi ile binden fazla yıldızın koordinatlarını belirledi. Uluslararası Astronomi Birliği, bugün hala onun kitaplarındaki tanımları esas almaktadır. Matematik dehası Ali Kuşcu, Kopernikten asırlar önce ‘’Evrenin hareket ettiği’’ tezini ortaya koydu. En önemlisi Biruni, Rönesans’tan 500 sene önce dünyanın yuvarlak ve döndüğünü keşfetmiş hatta dünyanın çapını bile hesaplamıştı. İmam Gazzali hz.leri, modern mantık ve felsefenin temellerini, insan kimyası ve modern kimyanın esaslarını bin yıl önce kitaplarında dile getirmişti. İmam Rabbani hazretleri, beş asır önce insanın nasıl gerçek huzura ve kemalata kavuşacağının yolunu, mektubat kitabında açık ve net şekilde bildirmişlerdi.
Bu alimlerin ortak paydası şuydu: ‘’Bilim, Allahü Teala’nın yaratış düzenini anlamanın bir yoludur’’.
Peki bu iklim Batı’ya nasıl dokundu? Cevabı basit: Endülüs üzerinden bilim mirası Latinceye taşınarak Avrupa mekteplerinin temel metinlerine dönüştü. Sömürgeleştirme ve köleleştirmeyle zenginleşen Batı, bu fırsatı kaçırmayarak kan ve göz yaşı üzerinde yeni bir medeniyet inşa etti. Ancak bu mirasın taşınma biçimi ahlaki değil, pragmatikti.
Köleleştirme ile 12 milyon civarında Afrika yerlisi zorla vatanlarından koparılarak Avrupa’ya getirilmiş ve köle yapılmıştır. Bu esnada Afrika köylerinde ne denli vahşet yaşandığını, gemilerde taşınma esnasında inanılmaz dramlar yaşandığını sanırım anlatmaya gerek yoktur. Tahminen 3-5 milyon Afrika insanın da bu şekilde telef olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihlerde İngiltere’nin nufüsü 6 milyon, Fransa 15 milyon, ispanya 8 milyon, ABD ise 4 milyon (1800’lü yıllar) kadardı. Neredeyse İngiltere ve İspanya’nın toplamı kadar insan getirilip köle yapıldı ve onların sonraki nesilleri de köle olarak kullanıldı.
Dolayısıyla Avrupa’nın yükselişi, kendi dinamiklerinden, kültürel yapılarından ve gelişmişliklerinden değil; Afrika’nın emeğini, Hindistan’ın servetini (İngilizler asırlarca Hindistan’ın zenginliklerini kendi ülkelerine taşımışlardır.), Uzak Doğu’nun baharat, çay, barut, kumaş (ipek) ve daha birçok mallarını sistematik olarak sömürmesinden ortaya çıkmıştır. Böylece bankacılık sistemlerini, ticaret sermayesini, sanayii devrimini ve Avrupa’nın askeri gücünü geliştirdiler.
İslam dünyasında bilim; Kainatı anlamak, Yaradan’ı tanımak, insana hizmet amacıyla yapılıyordu. Batı ise bilimi, sömürgeleştirmenin aracı olarak kullandı. Matematik, astronomi ve coğrafya bilgisi; denizaşırı ticaret ve toprakları sömürmek için kullandı. Fizik ve kimya, silah ve endüstri teknolojisine, psikoloji ve sosyoloji ise toplumu yönlendirme ve manipülasyon araçlarına dönüştü.
İşte Ahmet Bican’a bağ tam burada kuruluyor. 15.yüzyılın bu Anadolu bilgesi, ilmi salt bilgi olarak değil, kalbi dirilten rehber olarak ele alır. Bican’ın çizgisi, Orta Asya’daki sentezin Anadolu’daki irfan halkasıdır: Nefs terbiyesi olmadan kalp tasfiyesi olmaz; kalp tasfiyesi olmadan ilim, maksadına ermez. Bican, bilgiyi ‘’marifete’’, marifeti ‘’edebe’’, edebi ‘’kulluğa’’ bağlar.
Bugün, insanlık, Batı’da ruhu laboratuvar masasına yatırırken, Doğu’da ruhu pazarlama sahnesine koydu. Bir tarafta, psikanaliz ruhu analiz etti ama mana ufkunu kaybetti. Diğer tarafta, ‘’enerji-frekans-auralar’’ gibi kavramlar, kadim irfanın yerini alan süslü bir dil oldu ama ahlaki hedefi kaybetti. Oysa Orta Asya’nın kayıp aydınlanması bize şunu hatırlatıyor: ilim, ihlas ile; akıl, ahlakla; yöntem, merhametle; keşif, şükürle tamamlanır.
Bugün yeniden diriltmemiz gereken, ‘’mistik kaçış’’ değil; hikmetli araştırmadır. İbadetle beslenen tefekkür; zikirle parlatılan dikkat; merhametle yönlendirilen bilim… Zira kalbin istikameti doğruysa, aklın kıblesi de doğru olur. Bu yüzden büyük miras bize iki vazife bırakır: Metodu kaybetmeden manayı; manayı kaybetmeden metodu yaşamak.
Hikmetin Coğrafyası Değil, Kaynağı Önemli
Hülasa bugün insanlık Batı’nın analizinde, Doğu’nun mistisizminde, kendi iç hakikatini yitirdi. Ruhun dili psikolojiyle, enerjinin dili metafizikle karıştı. Oysa insan, ne sadece kimyadır ne de sadece enerjidir. İnsan, mana ile madde arasındaki köprüdür. Bu köprü, Batı’nın psikanaliziyle değil; hakikatin ‘’hikmet’’ penceresinden bakabilen bir idrakle kurulabilir.
Bugün insan, ruhunu anlamak yerine ‘’enerji’’ arıyor. Reiki, yoga, nefes terapileri, frekans uygulamaları… Her biri geçici bir sükunet, yapay bir huzur sunuyor. Oysa kalp, elektriğe değil zikre muhtaçtır. Çünkü hakiki denge, evrensel enerjiyle değil, ilahi irade ile hizalanmaktadır. Ahmet Bican Hazretlerinin çizgisi tam da burada mihenk taşıdır. O, insanın kurtuluşunu ‘’enerji yükseltmekte’’ değil, kalp tasfiyesinde görür.
İnsanı ‘’kendine döndürmek’’ istiyorlar, ama kendinin ötesine geçmesini öğretemiyorlar. Oysa Bican der ki; ‘’insanın aslı nurdur, kalbi de arşın aynasıdır.’’ Bu bakış, ruhu analiz etmekle yetinmez; onu Rabbiyle yeniden buluşturur.
Psikanaliz, insanın ne olduğunu çözmeye çalıştı; hikmet ise insanın niçin var olduğunu hatırlattı. Bugün eksik olan şey, bilgi değil hikmettir.
Ahmet Bican gibi gönül ehli hekim alimler, bize ‘’bilmenin’’ değil, bilinçle secde etmenin önemini hatırlatır. Zira insan fıtratı, Yaradan’a iman ve itaati gerektirir. İnsanlığın ruhsal çıkmazı, belki de tam burada son bulacaktır:
Zihin analiz ederken, kalp yeniden Allahü Teala’yı hatırladığında…
Kaynak: Türkiye Gazetesi
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/genis-aci-fikir-ve-tartisma/ahmed-bican-ve-freudun-insan-tasavvuru-bati-psikanalizi-mi-dogu-hikmeti-mi-1600686
İlginizi Çekebilir